TABULARI YIKAN KADIN "FERAYE SÜNEV ÇOKGÜRSES" İLE "BACAK ARASINDAN" BİR RÖPORTAJ


19 Haziran 2015 Cuma

Yazılacak söylenecek çok şey var "Kadın" a dair. En çarpıcılarını cesurca konu alan BACAK ARASINDAN TÜRKİYE Kitabını değerli yazarı sevgili ablam FERAYE SÜNEV ÇOKGÜRSES ile gerçekleştirdiğimiz röportajı okuduktan sonra siz artık eski siz olmayacaksınız. Bakış açısını değiştiren kadın diyorum ben ona, farkındalık yaratan, Yüreği güzel bir İzmir'li. Keyifli okumalar.

Son dönemlerin en çok merak edilen ve ismi ile bile büyük yankı uyandıran “Bacak Arasından Türkiye” kitabınız ile Türkiye kitap listelerine üst sıralardan giriş yaptınız ve herkes hem sizi hem de kitabınızı çok merak ediyor. Biraz kendinizden bahseder misiniz? Yazarlık ve hekimlik dışında kimdir Dr. Feraye Sünev ÇOKGÜRSES?
Türkiye de yazdığınız kitabın ilk sıraları zorlaması için ya köşe yazarı olacaksınız, ya da ona akraba. Bu yeteneği ve yakınlığı olmayan Dr. Feraye başına konan Martının kanatlarına takıldı. İlk kez bir Türk yazarla çalışmalarını hak etmenin kıvancını yaşıyorum ben. Yayınevinin tanıtımı dışında, kitabımı internet ortamında paylaşan okuma sevdalısı gençler de bir diğer şans kaynağım oldu. 66 günde 66 kadının öldürülmesi gibi bir üne sahip ülkemde, kadınların doğranıp çöp konteynırlarına atıldığı doktorların hunharca katledildiği, sağlık sektöründeki çürümüşlüğün ayyuka çıktığı ülkemde, tüyü bitmemiş yetimin hakkının yenildiğine şahit olmamdır, itibarsızlaştırılan meslektaşlarım ve toplumun omurgası kadınlarımın hak ettiği yerde olamayışını içimi acıyarak seyretmek zorunda bırakılmamdır beni bu kitabı yazmaya iten. Öfkeyle kalktım ancak kâr’la oturdum. Yazarlık gibi bir mesleğe ve birçok okura sahip oldum. Artık çok zenginim. Önce hep anne oldum. 2 güzel evlat sahibiyim. Büyük oğlum Mert iç mimar. Küçüğüm Yağız Amerika da. Peyzaj mimarı. Ne ben sağlıkçı olun dedim, nede onlar olalım dedi! Kızlarım dediğim iki güzel gelinim bir de 2 aylık “canımın içi” torunum var. Bu yıl tıp bayramında meslekte 40. yıl plaketi aldım. Bir hekimin hekimliği dışında pek fazla meşgalesi olmaz, olamaz. Çünkü her türlü etkinlik zaman gerektirir. Resim yapmak bir saz’ı icra etmek, sinema, tiyatro, opera, piknik, park, doğa sporları, yaz tatili, buralara gidebilmek! Geçeceksiniz bunları. Doktor, çalışır, nöbet tutar, okur, birazcık ta uyur. Doktorun yaşamı sabah alacakaranlıkta başlar ancak alacakaranlıkta bitemez. Ertesi sabahı bulursun, bazı günler nöbet bittiğinde de alıp başını evine gidip uyuyamaz akşam mesai bitimine kadar devam edersin. Cumartesin pazarın olmaz. Çocuklarını yakın akrabalar, bakıcılar ve kreş ekibi büyütür. Ben de ne zaman ki emekli oldum özlem duyduğum, zaman açlığı nedeniyle ötelediğim her şeyi yapmaya başladım. “Ey özgürlük” dercesine.. Kitap yazmak mı? Hobi olmaktan öte öfke patlaması.
Genel anlamıyla kitabınızda ne anlattınız?
Üç şey; kadın - doktor - sağlık sektörü. Tanrı katında en özel yere oturan kadın’ı, İnsanın en önemli varlığı olan sağlığını emanet ettiği doktor’un ahvalini, Ve zıvanadan çıkmış sağlık sektörü’nü.

Oldukça sarsıcı ve etkileyici bir dille “Türkiye’de kadın kavramının bilinen ama göz ardı edilen, dışa vurumu kolay olmayan yönlerini” ve “Türk Sağlık Sektöründeki bazı dile getirilip su yüzüne pek çıkarılmayan ÖZEL SAĞLIK hizmetlerindeki bozulmaları” cesurca ele almışsınız. Kitap yazma fikri nasıl doğdu? Süreçte neler yaşadınız?
Emeklilik sonrası geçtiğim özel sektörde adeta kapanın elinde kaldım. Pişmanlığım inanın ilk saatlerde başladı. 8 tıp merkezi gezdim. Al birini vur ötekine. Bir tanesinde hiç değilse bir gününde doğru bir şey olmaz mı! İktidara sırtını dayayan insanların vasıfsız, ahlaksız, vicdansız, pervasız halleriyle nerdeyse aklımı kaçırıyordum. Umarsızlık korkunç şey. Onunla ilk kez bu boyutta karşılaşmam ve 4 tıp merkezine ilişkin “akıl tutulması” yaşanan hallerdir bu kitabın doğuşunun nedeni. Bir ÖLÜ’yü 2 kez muayene ederek SGK yı 67.20 kuruş zarara uğrattığım için anneliği ilk tattığım gün olan 7 Mart tarihinde AĞIR CEZA da yargılanmam, bardağı taşıra son damla oldu ve klavyeyi dizlerime gözyaşlarıyla aldım… Bu süreçte neler mi yaşadım? Yaşam durdu. Bir kitap yazacaksınız, üstelik de güzel kitap olacak…2 yıl kıpırdamadan yazdım desem yanlış olmaz. Kalktığımda bütün kemiklerim kaynamıştı, hala tedavideyim.
Kendi yaşamınızı da dahil ederek, Türkiye’deki kadınları anlatmışsınız. Sizi en çok zorlayan bölüm, en çok etkilendiğiniz konular hangileri oldu?
Kitabı önce doktor, sonra kadın kimliğimle yazdım. Son 10 yıldır sağlık sektörüne bir haller olduğunu cümbür alem gözlüyoruz. Hiçbir şey iyi gitmiyor. Hekimlik, eğitmeni, eğitimi, icrası, maddiyat, maneviyat, ahlak ve saygı gibi olguları da dahil dibe vurmuş halde. Siyasi gayeyle pıtrak gibi açılan tıp fakülteleriyle ülkenin geldiği hal yürekler acısı. Bunca yılın doktoruyum hastalanırsam ne yaparım ın derdine düştüm. Bu nedenle önce doktor kimliğim. Aslında kendi yaşamımla ilgili anlatıları toplasanız 304 sayfalık kitapta 20 sayfayı geçmez. Ben okuru kitaba bağlayan nedenin içeriğin yanı sıra, yazarını merak etmek, sonra da onu sevmek olduğunu düşünüyorum. Kadına yaşatılan her anlatı zorladı beni. Pembe bebeklere 3 yaşında ellemeye başlayan bir topluma şamar gibi bir kitap uzatmanın nasıl bir uğraşı gerektirdiğini nasıl anlatacağım sizlere? Öfkemi bir kenara bırakarak yazmam işimi kolaylaştırdı. Bir kıyamet yaşanmışlığın içinden okuru kitaptan koparmayacak anıları adeta cımbızla ayıkladım. Kadının acınası hallerine şahit olan bunca yıllık hekimin yaşadığı her şeyi aktarması ne mümkün! Kitabımı gerçekten herkes okumalı.
Pek dillendirilmeyen, gündeme getirilmeyen ve hatta “mahrem” diye tabir edilen konuların açık yüreklilikle kon u edildiği kitabınız raflarda en çok okunan/incelenen eser olarak okuyucuyla buluştu ve okuyan pek çok kişinin aydınlandığına da eminim. Ne tür geri bildirimler aldınız?
8 Mart Dünya Kadınlar Gününde kadınlarıma ve meslektaşlarıma armağan edildiğinden bu yana tek eleştiri almadı bu kitap. Günde ortalama 40 civarında mesajı büyük bir özenle yanıtlıyorum. Sadece bir okuyucum ajitasyonu yüksek daha çok öykü beklediğini yazdı. Dün aldığım bir geri bildirimin çok etkilendiğim bir satırını paylaşayım; “Kötülüklerden kararan ülkenin içindeki parlayışınız ve sesinizdeki huzurla yüreklerimizi parlatışınız hiç bitmesin.” . Kitabın ilk sayfalarında yer alan kırmızı battaniyeye sarılı kız çocuğunun yaşadığı tecavüz öyküsüyle sarıldığını yazan bir okuruma bir başka okurumun yanıtını paylaşmak istedim. “İlk okumaya başladığımda aynı duyguları hissettim. Okuyun. Zira kitapta ajitasyona, duyguları yok sayan anlatıma hiç gidilmemiş. Satış endişesi ile vicdana oynamak yerine çok yalın bir dille ülke gerçekleri anlatılmış. Ben kitabı çok sevdim. Tam da benim gibi sıradan insanın anlayacağı dil kullanılması, pedofili gerçeğinden başka bir çok gerçeğin anlatılması nedeniyle kitabı çok sevdim. Ama en çok nesini sevdim biliyor musunuz; eminim yazar hocanın elinde öyle hikayeler vardır ki kitap bir günde ülke gündemine oturur. Ama bu yol seçilmemiş, okuru üzen bir anlatım yerine aydınlatan bir anlatım seçilmiş. Ben en çok bunu sevdim. Saygılar.” Gazetelerin ve TV kanallarını hemen hepsinde gün yok ki bizleri aklımızdan eden dehşet içerin olaylar aktarılmasın. Oysa kitabımdaki yer verdiğim anıların hepsinin topluma mesaj verir nitelikte olmasını yeğledim. Nasıl? Okur ensest başlıklı anlatıdan çok rahatsız oldu. Ben orada 3 ayrı ensest yaşanmışlıkta çocuğun evde uğradığı ensestten kaçış yolunu sadece öğretmenine ulaşmakta bulduğunu yazdım.. Öğretmenlere bir mesaj. Çocuğun yaşadıklarını farkedebilecek ilk tek insan desem yanlış olmaz… Okur kitabımı adeta sahiplendi ve paylaşarak büyüttü.. bu beni mutlu kılıyor.
Sizinle daha önceki yazışmamızda kitabın gördüğü ilginin beklentilerinizi aştığını söylemiştiniz. Gerçekten de kesinlikle ilgi görmeye değer bir eser yaratmışsınız. Kitap satışları nasıl gidiyor?
Bacak Arasından Türkiye benim ilk kitabım. Martı yayınlarınca değerlendirildiğinde sözleşme adına en ufak bir istekte bulunmadım. İki yıl süreyle hiç kalkmadan yazan bir Acemi silahşörün Martı gibi bir yayınevinde kabul görmesi büyük şanstı. Başıma devlet kuşu yerine Martı konmuştu. Dünya devlerinden biri olan Kafka’nın bile kitapları ölümünden sonra basılabiliyorken, benim kitabım kapağı kapatıldıktan 4-5 ay sonra onur aldıysa insan başka ne ister. Basılacağı müjdesini aldığım gün yaşamımın özel ve güzel üç beş gününden biri oldu. Henüz ne kadar sattığını bilmiyorum. Ancak çok basacağına ve çok da satacağına tüm kalbimle inanıyorum. “Kadın” ve “çocuk”lara çok duyarlı olduğunuzu görüyorum. Sizce Türkiye’deki kadının en büyük sorunu nedir?
Toplumun bazı kesimleri için hala tabu olan “bekaret” ve “ilk gece” ile ilgili yazdıklarınızı okuduğumda duyarsız ailelere, eşlere kızarken; dürüst ve erdemli davranan kişilere saygı duyup onure ettiğinizi görüyorum. Türkiye genel profili açısından değerlendirildiğinde ülkemizde bu konulara genel bakış nasıl?
Bu konu “Kızlık zarı bekaret mi, cehalet mi?” başlığıyla yer aldı kitapta. Maalesef cehalet. Ülkem insanının fıkra gibi hallerini okuyacak şaşıracaksınız. .
Kürtaj konusuna kitabınıza değinmişsiniz elbette ama son zamanlarda adından sıkça bahsettiren ve siyasette de dile getirilen “Kürtaj düzenlemesi” hakkındaki düşünceleriniz okurlarımızla burada da paylaşabilir misiniz?
Kürtaj anne adayı için hem bedensel hem de ruhsal travmadır. Üstelik ikincisi bence daha da ağırdır.40 yıllık meslek yaşamımda, yaşamla bağdaşmayan sakatlığı bulunan vakalara girişimde bulunurken dahi, anne adayı gibi ben de büyük üzüntü duydum. Bir canlının yaşamına son vermek! Ruhunuzdaki çalkantıyı anlatmaya dil yetmez. Kürtaj için güzelim annelerin sağlığını olumsuz etkilemek dışında haklı bir neden düşünemem ben. Her gebeliğin annenin, 9 ay taşıyarak ve 2 yıl emzirerek yaklaşık 2,5 yılına mal olduğunu, doğumun az da olsa risklerini, çok doğumun anneyi hırpaladığını ve ömrünü azalttığını, düşününce başka çare kalmaz. Keşke ülkemin dört bir köşesindeki kadınlarım gebelikten korunma adına yeterince bilgilendirilse de kürtaja hiç gerek duyulmasa. Rahimi boşaltırken cri du uteri dediğimiz bir sesi alamamışsanız o kürtaj olmamış demektir. Cri du uteri; yani rahimin ağlama sesi. Düşünün o da meyvemi aldılar diye ağlıyor. Oje şişesi kadardır rahim. Kolay anlayabilmeleri için küçüğünden bir armudun veya ampulün üstüne basılmış halidir diye tarif ettim hastalarıma hep. Bazen içine 11 tane sığdırabilecek kadar kalenderken bazen de bir bebeği bile barındırmayacak kadar kaprisli ve naifdir. Aslında ameliyattan daha zordur. batına ameliyatlarında katmanları her kanayan damara hükmederek aşarsınız.. Oysa kürtaj körlemesine gerçekleşen bir müdahaledir. Müdahale bitene kadar hasta değil doktor can verir. Kuşgözü kadar bir delikten rafadan bir yumurtayı boşaltmak deyişim işte bu nedenledir. Duvar dediğime bakmayın. Hastalandığında, barındırdığı bebeği kaybettiğinde daha çıtkırıldım olup hamura döner. O duvarları delmeden okşayacaksın ve de pırıl pırıl bırakacaksın. Tıpkı aldığın gebeliği sonlandırma kararının da pırıl pırıl olması gereği gibi… Çocuk sayısını kesinlikle anne belirlemeli ve de kararı anne tek başına verebilmeli. Ne kadar doğurduğun değil, ne kadar doyurduğun ve okuttuğun önemli. Kadın kendi bedenine ve besleyeceğine güvenirse canından parçasını koparıp atmaz, atamaz. Hem hekimlerin hem de annelerin sıklıkla değiştirilen kürtaj yasalarıyla başı dönmüş vaziyette.

Ve gelelim benim için sancılı bir konu olan “SEZARYAN/SEZERYAN konusuna. Tüm gebeliğim boyunca ısrarla normal doğum istediğimi her fırsatta dile getirmeme rağmen biricik kızım Sudelina’mı sezaryan ile dünyaya getirdim. Doktorum mekonyumlu olduğu için acilen ameliyathaneye aldı 5 saat süren normal doğum bekleyişinin ardından kızım dünyaya geldi. Sizin de normal doğum diye adlandırdığımız vajinal doğumu önerdiğinizi ve önemsediğinizi biliyorum. Ülkemizde sezeryanın popüleritesinin bu kadar fazla olmasının nedeni nedir? Anneler mi yoksa hekimler mi yönlendiriyor süreci?

 Her ikisi de. Kadınlarımın doğum korkusu, ağrısız doğum isteği, daha konforlu doğum arzusu, daha az çocuk istemesi, geç ve zor gebe kalmanın naz. Hekimlerse oluşabilecek komplikasyonları azaltmak ve saatlerce doğum masasının başına çakılmamak için. Anne karnındaki bebeğin sağ veya ölü olduğu dahi önemli değil sezaryen kararı için. Saçlar fönlü, yüzde makyaj, eli cicili bicili bebek ürünleriyle dolu, kolda marka çanta, tırnaklar manikürlü, ayaklar pedikürlü anne adayı ve ellerinde kayıt cihazlarıyla ameliyathane önünde üst kurmuş yedi kuşak akrabalarla “Ben sezaryene geldim!” diyerek hastaneye konuk olan, randevusu çok önceden ayarlanmış konu mankeni gibi “arkadan bakire, önden hamile” hanımlar. Doğum bu mu Allah aşkına? Tüm doğumların neredeyse yarısının sezaryenle gerçekleştirilmesi oldukça üzücüdür. Annelerin sezaryeni tercih etmelerinin belli başlı nedenleri var:
Peki siz hangi durumlarda sezeryanı uygun görüyorsunuz?
-35 yaş üzeri ilk bebek bekleyen anneler,
-Annenin kalça kemiğinde bozukluk
-4 kilo üzeri olduğu tespit edilen (makrozomik) bebekler,
-Makat ve ayak gelişlerinde,
-Yan duruşlarda,
-Daha önceki doğumların sezaryen ile gerçekleştirilmesi,
-Bebeği besleyen eş’in önde gelmesi veya doğumdan önce ayrılması
-Çoğul gebelikler,
-Kordon sarkması,
-Annede geçirilmiş virütik vaginal enfeksiyonlar,
-Doğum seyrine katlanamayacak sistemik bir hastalığının olması,,
Son dönemde artan hekimlere uygulanan şiddet ve itibarsızlaştırma uygulamalarına da değinmişsiniz. Bu konuda pek çok hekim arkadaşımız konudan rahatsızlıklarını yüksek sesle dile getiriyor, Türkiye kaybettiği hekimlerinin yasını sürüyor son günlerde. Bu konuda en büyük rol biz annelerde ve daha saygılı bireyler yetiştirebilmekte elbette ama; Uzman bir hekim olarak sizce “geçmişten günümüze önünde düğme iliklenen saygın bir meslek diye bildiğimiz mesleğinizi bu günlere getiren nedir? Toplumun dejenerasyonu kadar sistemin de suçu var mı?
Yoksa bu insanlar aklını mı kaçırdı? Toplum sistemle dejenere olur. 40 yıl gibi uzun bir süre içinde yer aldığım sağlık sektörü son 20 yılda çekilmez bir hal aldı. Kadrolaşmadan başka amacı olmayan, değişen her bakan ın ekibiyle dolan sağlık sektörü, bu düzende işe adam almak yerine adamını işe almak ilkesi hakim olunca sağlık neferlerinin kalitesi bu potanın içinde giderek bozuldu. Yoksulluk ve eşitsizlik dejenerasyonun en önemli nedeni. Bizde %10-15 civarındaki ensesi kalın insanlar dışında kalan fakir insanların ruh halleri sosyal yaşama ayak uyduramadıkları için allak bullak. Kadın cinayetleri geçmiş yıllarda da elbette vardı. Ancak gençlik yıllarımdan anımsadığım medyaya 3-5 yılda bir vahşet içeren cinayet yansırdı. Şimdi öyle mi? Gün yok ki kadın öldürülmesin, dövülmesin, taciz edilmesin. Cinayetlerin şekli değişti. Öldürüyor, parçalıyor, olmadı yakıyor, yakamadı gömüyor üstüne beton döküyor. Bu nedir Allah aşkına. Bu insanların hemen hemen hepsi eğitimsiz. Kaliteli bir yaşam istiyorsak eğitimli bir sosyal toplumu yaratmalıyız. Yoksa bu delir hali alır başını gider…
“Özel” Sağlık sektöründe ve “Tıp Merkezlerinde” deyim yerinde ise başınıza gelmeyen kalmamış. Genellikle sizi sisteme dahil edemeyip, ötekileştirmeyi uygun gören patronlarla çalışmışsınız. Türkiye’deki sağlık alanındaki “Özel Sektör” için umudumu neredeyse yitirdim yazdıklarınızı okuyunca. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Keşke birkaç cümleyle özetlenebilse. Sadece benim başıma gelmedi, getirilmedi. Profesör, doçent, komutan, eski başhekim filan dinlemediler. Herkes bir tarafa savruldu. Özel sektörün hortlatıldığı süreçte 8 ayrı tıp merkezinde yaşadıklarımın sağlık hizmeti olmaktan çok uzak olduğunu tüm içtenliğimle söyleyebilirim. Birçok özel merkez kapısına neden kilit takıldı? Argo tabiriyle devleti götürdüler de ondan. Önce yapılanlara göz yumuldu, hatta iktidara yakın insanlara peşkeş çekilen bu üsler teşvik edildiler. Baktılar ki ipin ucu kaçtı, sansasyonlar ayyuka çıktı, nihayet kapatıldılar. Bomboş, metruk birçok bina içinden çıkılamayacak bir kıyamet davayla devletin başına dert oldu. Adliye koridorlarını arşınlamayan doktor hemen hemen yok gibi. Vurun abalıya…
Sizce ülkemizde bir sağlık reformu gerçekleşti mi? Neler iyiye gitti geçmişten günümüze, neler daha vahim bir hal aldı. İlk hekimliğe başladığınız gün ile günümüzü kıyaslayacak olursanız Türk Sağlık Sektörü iyisiyle kötüsüyle nereden nereye geldi?
Sağlıkta reform büyük tıbbi cihazların ithal edilmesiyle, 5 yıldızlı otel hizmetiyle olmaz. Kimse beni eğitmeni dahi olamayan son olarak 86 olduğunu öğrendiğim tıp fakültesinde iyi hekim yetiştirildiğine inandıramaz. Bizim kuşak bu dünyadan göçtüğünde sağlığın ne hal alacağını merak ediyorum. Yeni yaşadığım bir olayı anlatayım; Konferans için gittiğim bir ilde yemek yerken nefes boruma bir parça kaçtı. Öksürmekten sanki yüreğim yırtıldı. Ertesi gün derhal devlet hastanesine gittim. Meslektaşım akciğer filmi diye tutturdu. Anlattım; refleks öksürüğüm bile kayboldu, gerek yok hocam, belki bir spreyle kalan ufak sıkıntım kaybolabilir dedim. Israr etti. Röntgendeyim. Filmim çekildi. 5 dakika sonra çağırıldım. “Film banyodan iyi çıkmamış, tekrar çekeceğiz.” Ya sabır diyerek tekrar girdim. Bu arada belirtmeliyim, dostlarım tarafından yanına torpilli çıkarıldığım meslektaşım 40 yıllık hekim ve yazar olduğumu da biliyor. 2. film çekildi, doktorun odasındayız. Zarftan çıkardığı filmle hopladım. Havaya kaldırıp onun da bakakaldığı film sinüs filmi.. Odada hepimiz birbirimizin suratına bakıyoruz. Sonra da 3. kez şua almak üzere röntgenin yolunu tuttum. Yanlış mı istendi, yanlış mı çekildi sorgulayamadım.. Kıssadan hisse.
Toplumun ve kadının aydınlanmasına önem verdiğinizi görüyorum. Bununla ilgili güzel girişimlerinizi de ilgi ile takip ediyorum. Yaptırdığınız (hem de İzmir’de) kültür evlerinden ve burada neler yapıldığından bahseder misiniz?
Minnet duygusu bazı insanların yakasına yapışır. Ben de onlardan biriyim. Kahvaltı keyfi yaşamak için gittiğim Kaynaklar köyünün o güzelim insanları, misafirperverlikleriyle aklımı başımdan aldılar. Neler yapmadılar ki! Yediğim önümde, yemediğim yanımda tepside. Bir gün gözleme, bazlama ertesi gün köy tarhanası, keşkek… Köy halkına, minnetimin tam ifadesi olamasa da kalıcı bir şey yapma isteğimi çağdaş, atak, kendini köyüne adamış muhtar Erhan Şen ile paylaşıyorum. Teklif memnuniyetle karşılanıyor ve hafta sonu bu projeyi yaşama geçirmek üzere start alacağımı söyleyerek köyden ayrılıyorum. Bir sonraki gün geldiğimde şaşkınlıktan adeta masama yapışıyorum. Masamın üzerine bırakılan metal bir plakada “Jin. Op. Dr. Feraye Sünev Çokgürses Kültür Evi” yazıyor! Rüyamda görsem, cüret edip hayra yoramayacağım bu jest karşısında gözlerim adeta yuvalarından çıkıyor! Gencecik bir muhtarın, böylesi zarif davranışı beni adıma yakışır bir kültür evi hazırlayıp köy halkıma sunmaya yöneltiyor. Kitabımı unutuyorum. Kira köşelerinde gezinirken elim para görmeye başlayınca evlerim olmuş, hevesle döşemeye çalışmışım, iki mimar oğlumun mesleki katkılarından sonra daha şık mekânlar edinmişim. Fakat burada yapmak istediklerimin boyutu ve duyduğum heyecan üç kişilik ailemle yaptıklarımdan öyle farklı ki! Yuvadan uçan oğullarımdan sonra, şimdi birçok çocuğum olacak ve ben onların manevi anneleri olacağım. Bu hevesle yola koyuluyorum. Türkiye de ilk kez bir köye ilk defa bir doktor. “Kültür Evi “ armağan ediyor. televizyonundan, bilgisayarlarında tutun da, perdesinden paspasına kadar en ufak ayrıntıya kadar bizzat meşgul oluyorum. Bazı gün İzmir merkeze 3 kez gidip döndüğüm oldu. Açılışta kimsenin haddi değilken “Yaşayan Türkan Saylan” sloganıyla taçlandırılınca da, şımardım ve Belenbaşı köyüne de ikinci kültür evimi yaptım. Şimdi o evlerde köyümün çocukları bilgisayardan bağlamaya, ingilizceden gitara kadar birçok kursa katılıyorlar. Bu haz anlatılabilir gibi değil..
Siz çok yönlü, girdiği her alanda başarıyı yakalayan “güçlü” bir modelsiniz Türk kadını için ve müzik ile de aranızın iyi olduğunu biliyorum. Hangi tür müzikle ilgileniyorsunuz? Bunun için özel bir eğitim aldınız mı?
Pablo Neruda “Ağır Ölüm” şiirinde Ağır ağır ölür yolculuğa çıkmayanlar, okumayanlar, müzik dinlemeyenler, gönlünde incelik barındırmayanlar.. der. Musiki enrensel olan tek dil bence. Benim de onunla ilgim mesleğimden daha köklüdür. Çünkü o sevda avuç kadar çocukken başladı. Mesleği noktaladım,ancak ondan kopamadım. Klasik Türk Musikimizi tarihçesi de dahil bilirim. Müzeyyen Senar isim annemdir. Onun ipek gibi sesinden dinlediğim şarkılarla büyülenerek büyüdüm. Meral Uğurlu, Bekir Sıtkı Sezgin ve Alaeddin Yavaşça ekolünü benimsediğimi söylemeliyim. Ali Şenozan ilk hocamdır. Ali Osman Güngör, Sadi Hoşses, Hasan Eylen hocalarımın emeği vardır bende. Bu değerli isimlerle atılan temelin üzerine yığdığım musikimiz Özgen Gürbüz hocamın eseridir. Sektöre de emeği çok büyüktür. 11 yıla yakındır şan eğitimi aldığım bir Rus hocam var. İlki TRT Denetim Kurulun dan onay almış şarkılarımın bulunduğu ve ikincisi de klasik şarkılardan seçilmiş iki CD yaptım. Çocuklarıma ve torunuma miras.. You tube da ve web sayfamda da bazı şarkılarım var.
İkinci kitabınıza hazırlandığınızı biliyorum ve heyecanla bekliyorum. Büyük oranda tamamladığınız 2. Eserinizde ele aldığınız konular neler? Yine “Kadın” kavramına mı yoğunlaşıyorsunuz? Merakla bekleyen okuyucularınız için bize biraz “sürpriz” kitabınızdan bahsedebilir misiniz?
Hamurum kadın, mayayı tutturan benim. Tabii ki kadın anlatacağım, ancak bu sefer musikimizi de serpiştireceğim. Arabeske teslim edilen o zengin musikimizi üstatlara değgin anekdotlarla süsleyerek okurun beğenisine sunacağım. Kadınlarıma kısırlıktan pedofiliye, Down Sendromundan, yılanla çıyanla başa çıkan tarla çalışanı kadınıma, menopazdan ölüme bütün kadın gerçeğini ve herkese “yok artık” dedirtecek 4 de tıp merkezi anlatacağım.
Yakın zamanlarda nerelerde imza günleriniz olacak. İzmir’de görebilecek miyiz sizi?
18-26 Nisan tarihlerinde yapılan İzmir Kitap Fuarında okurlarımla buluştum. 19 Nisan imza günümdü. İzdiham yaşanmadı elbette ama, zaman zaman kuyrukların oluşmasıyla mutlu oldum. Yaşadığım heyecanı anlatmamı istemeyin benden. Özetle 3. Kez anne oldum diyebilirim. Dilerim seneye 2. Kitabımla katılabileyim..

Son zamanlardaki en sadık mesleğim “Anneliğim” benim. Zira kitabınızda KIZLIK ZARINDAN ensest’e, tacizden tecavüze pek çok korkunç vakayı okuduk ve elbette başta kendi çocuklarımız ve tüm gelecek kuşaklar için endişelenir olduk. Biz annelere özellikle vurgulayacağınız ve çocuk yetiştirirken CİNSELLİK KONUSUNDA dikkat etmemizi önerdiğiniz konular neler?
İnsanoğlunun tüm yaşamında en önemli niteliği olan cinsellik eğitiminde ölçüyü hiç tutturamıyoruz. Kültürlü kesim de dahil çocuklarımızı önümüze alıp onlarla konuşmuyoruz. Birçok bilgiyi aşılarken yaşamın tek gerçeği olan cinsellik tu kaka. Amip ve terliksi hayvanlardaki üremeyi öğrenir, pamuğun içinde fasulyenin nasıl yetiştirildiğini öğrenir de, rahimin içinde bebek nasıl filizlenir bunu çocuğumuza anlatmayız. 
Kız çocuklarının yediği ilk sıkıdır. “Donuna hakim ol!” Evlilikte karşılaştığımız problemlerden biridir vajinismus. Allahtan ki az karşılaşırız. Bu saçma sapan cinsel çekincenin büyük nedeni de, kızlarımızın aşırı baskı ile yetiştirilmeleridir. 90 lı yıllardan bu yana aşırı dini baskıyla, günah korkusuyla yetiştirilen genç kızlarda gece işemelerinin arttığını rahatlıkla ve ısrarla söyleyebilirim. Bakın çocuklarımızın demiyorum, genç kızlarımızın… EĞİTİM. Tek başına yeter mi? Hayır. İLGİ. Bu da eğitim kadar önemli. Kesinlikle unutulmaması gereken, gerektiği kadar ilgi. GÜVEN de aşılayacaksınız çocuğa. Kime, ne zaman ve ne kadar güveneceğini bilecek.

Samimi, içten ve dolu dolu bir bir hekim, bir kadın, bir müzisyen, bir anne, bir abla tanıdım ben. Bana bu fırsatı verdiğiniz için öncelikle şahsım adına ve sonra da bu röportajı merakla okuyan okuyucularım adına teşekkürü bir borç bilirim. Dr FERAYE SÜNEV ÇOKGÜRSES ile tanışmanın ve röportaj yapmanın benim için büyük bir onur olduğunu vurgulamak isterim.
En derin saygılarımla
PınarSEVİM


Hiç yorum yok

Yorum Gönder

© Okuyan Anne - Yeni Nesil Annenin Kitaplığı
Maira Gall
Okuyan Anne - Yeni Nesil Annenin Kitaplığı - ©

Blog Tasarımı

Bu sitede yayınlanan yazılar ve resimlerin izinsiz kullanılması
5846 sayılı fikir ve sanat eserleri yasasına aykırıdır.