Yazılacak söylenecek çok şey var "Kadın" a dair. En çarpıcılarını cesurca konu alan BACAK ARASINDAN TÜRKİYE Kitabını değerli yazarı sevgili ablam FERAYE SÜNEV ÇOKGÜRSES ile gerçekleştirdiğimiz röportajı okuduktan sonra siz artık eski siz olmayacaksınız. Bakış açısını değiştiren kadın diyorum ben ona, farkındalık yaratan, Yüreği güzel bir İzmir'li. Keyifli okumalar.
Son dönemlerin en çok merak edilen ve ismi ile bile
büyük yankı uyandıran “Bacak Arasından Türkiye” kitabınız ile Türkiye kitap
listelerine üst sıralardan giriş yaptınız ve herkes hem sizi hem de kitabınızı
çok merak ediyor. Biraz kendinizden bahseder misiniz? Yazarlık ve hekimlik
dışında kimdir Dr. Feraye Sünev ÇOKGÜRSES?
Türkiye de yazdığınız
kitabın ilk sıraları zorlaması için ya köşe yazarı olacaksınız, ya da ona
akraba. Bu yeteneği ve yakınlığı olmayan Dr. Feraye başına konan Martının
kanatlarına takıldı. İlk kez bir Türk yazarla çalışmalarını hak etmenin
kıvancını yaşıyorum ben. Yayınevinin tanıtımı dışında, kitabımı internet
ortamında paylaşan okuma sevdalısı gençler de bir diğer şans kaynağım oldu. 66
günde 66 kadının öldürülmesi gibi bir üne sahip ülkemde, kadınların doğranıp
çöp konteynırlarına atıldığı doktorların hunharca katledildiği, sağlık
sektöründeki çürümüşlüğün ayyuka çıktığı ülkemde, tüyü bitmemiş yetimin
hakkının yenildiğine şahit olmamdır, itibarsızlaştırılan meslektaşlarım ve
toplumun omurgası kadınlarımın hak ettiği yerde olamayışını içimi acıyarak
seyretmek zorunda bırakılmamdır beni bu kitabı yazmaya iten. Öfkeyle kalktım
ancak kâr’la oturdum. Yazarlık gibi bir mesleğe ve birçok okura sahip oldum.
Artık çok zenginim. Önce hep anne oldum. 2 güzel evlat sahibiyim. Büyük oğlum
Mert iç mimar. Küçüğüm Yağız Amerika da. Peyzaj mimarı. Ne ben sağlıkçı olun
dedim, nede onlar olalım dedi! Kızlarım dediğim iki güzel gelinim bir de 2
aylık “canımın içi” torunum var. Bu yıl tıp bayramında meslekte 40. yıl plaketi
aldım. Bir hekimin hekimliği dışında pek fazla meşgalesi olmaz, olamaz. Çünkü
her türlü etkinlik zaman gerektirir. Resim yapmak bir saz’ı icra etmek, sinema,
tiyatro, opera, piknik, park, doğa sporları, yaz tatili, buralara gidebilmek! Geçeceksiniz
bunları. Doktor, çalışır, nöbet tutar, okur, birazcık ta uyur. Doktorun yaşamı
sabah alacakaranlıkta başlar ancak alacakaranlıkta bitemez. Ertesi sabahı
bulursun, bazı günler nöbet bittiğinde de alıp başını evine gidip uyuyamaz
akşam mesai bitimine kadar devam edersin. Cumartesin pazarın olmaz. Çocuklarını
yakın akrabalar, bakıcılar ve kreş ekibi büyütür. Ben de ne zaman ki emekli
oldum özlem duyduğum, zaman açlığı nedeniyle ötelediğim her şeyi yapmaya
başladım. “Ey özgürlük” dercesine.. Kitap yazmak mı? Hobi olmaktan öte öfke
patlaması.
Genel anlamıyla kitabınızda ne anlattınız?
Üç şey; kadın - doktor
- sağlık sektörü. Tanrı katında en özel yere oturan kadın’ı, İnsanın en önemli
varlığı olan sağlığını emanet ettiği doktor’un ahvalini, Ve zıvanadan çıkmış
sağlık sektörü’nü.
Oldukça sarsıcı ve etkileyici bir dille “Türkiye’de
kadın kavramının bilinen ama göz ardı edilen, dışa vurumu kolay olmayan
yönlerini” ve “Türk Sağlık Sektöründeki bazı dile getirilip su yüzüne pek
çıkarılmayan ÖZEL SAĞLIK hizmetlerindeki bozulmaları” cesurca ele almışsınız.
Kitap yazma fikri nasıl doğdu? Süreçte neler yaşadınız?
Emeklilik sonrası
geçtiğim özel sektörde adeta kapanın elinde kaldım. Pişmanlığım inanın ilk
saatlerde başladı. 8 tıp merkezi gezdim. Al birini vur ötekine. Bir tanesinde
hiç değilse bir gününde doğru bir şey olmaz mı! İktidara sırtını dayayan
insanların vasıfsız, ahlaksız, vicdansız, pervasız halleriyle nerdeyse aklımı
kaçırıyordum. Umarsızlık korkunç şey. Onunla ilk kez bu boyutta karşılaşmam ve
4 tıp merkezine ilişkin “akıl tutulması” yaşanan hallerdir bu kitabın doğuşunun
nedeni. Bir ÖLÜ’yü 2 kez muayene ederek SGK yı 67.20 kuruş zarara uğrattığım
için anneliği ilk tattığım gün olan 7 Mart tarihinde AĞIR CEZA da yargılanmam,
bardağı taşıra son damla oldu ve klavyeyi dizlerime gözyaşlarıyla aldım… Bu
süreçte neler mi yaşadım? Yaşam durdu. Bir kitap yazacaksınız, üstelik de güzel
kitap olacak…2 yıl kıpırdamadan yazdım desem yanlış olmaz. Kalktığımda bütün
kemiklerim kaynamıştı, hala tedavideyim.
Kendi yaşamınızı da dahil ederek, Türkiye’deki
kadınları anlatmışsınız. Sizi en çok zorlayan bölüm, en çok etkilendiğiniz
konular hangileri oldu?
Kitabı önce doktor,
sonra kadın kimliğimle yazdım. Son 10 yıldır sağlık sektörüne bir haller
olduğunu cümbür alem gözlüyoruz. Hiçbir şey iyi gitmiyor. Hekimlik, eğitmeni,
eğitimi, icrası, maddiyat, maneviyat, ahlak ve saygı gibi olguları da dahil
dibe vurmuş halde. Siyasi gayeyle pıtrak gibi açılan tıp fakülteleriyle ülkenin
geldiği hal yürekler acısı. Bunca yılın doktoruyum hastalanırsam ne yaparım ın
derdine düştüm. Bu nedenle önce doktor kimliğim. Aslında kendi yaşamımla ilgili
anlatıları toplasanız 304 sayfalık kitapta 20 sayfayı geçmez. Ben okuru kitaba
bağlayan nedenin içeriğin yanı sıra, yazarını merak etmek, sonra da onu sevmek
olduğunu düşünüyorum. Kadına yaşatılan her anlatı zorladı beni. Pembe bebeklere
3 yaşında ellemeye başlayan bir topluma şamar gibi bir kitap uzatmanın nasıl
bir uğraşı gerektirdiğini nasıl anlatacağım sizlere? Öfkemi bir kenara bırakarak
yazmam işimi kolaylaştırdı. Bir kıyamet yaşanmışlığın içinden okuru kitaptan
koparmayacak anıları adeta cımbızla ayıkladım. Kadının acınası hallerine şahit
olan bunca yıllık hekimin yaşadığı her şeyi aktarması ne mümkün! Kitabımı
gerçekten herkes okumalı.

Pek dillendirilmeyen, gündeme getirilmeyen ve hatta
“mahrem” diye tabir edilen konuların açık yüreklilikle kon u edildiği kitabınız
raflarda en çok okunan/incelenen eser olarak okuyucuyla buluştu ve okuyan pek
çok kişinin aydınlandığına da eminim. Ne tür geri bildirimler aldınız?
8 Mart Dünya Kadınlar
Gününde kadınlarıma ve meslektaşlarıma armağan edildiğinden bu yana tek
eleştiri almadı bu kitap. Günde ortalama 40 civarında mesajı büyük bir özenle
yanıtlıyorum. Sadece bir okuyucum ajitasyonu yüksek daha çok öykü beklediğini
yazdı. Dün aldığım bir geri bildirimin çok etkilendiğim bir satırını
paylaşayım; “Kötülüklerden kararan ülkenin içindeki parlayışınız ve sesinizdeki
huzurla yüreklerimizi parlatışınız hiç bitmesin.” . Kitabın ilk sayfalarında yer
alan kırmızı battaniyeye sarılı kız çocuğunun yaşadığı tecavüz öyküsüyle
sarıldığını yazan bir okuruma bir başka okurumun yanıtını paylaşmak istedim.
“İlk okumaya başladığımda aynı duyguları hissettim. Okuyun. Zira kitapta
ajitasyona, duyguları yok sayan anlatıma hiç gidilmemiş. Satış endişesi ile
vicdana oynamak yerine çok yalın bir dille ülke gerçekleri anlatılmış. Ben
kitabı çok sevdim. Tam da benim gibi sıradan insanın anlayacağı dil
kullanılması, pedofili gerçeğinden başka bir çok gerçeğin anlatılması nedeniyle
kitabı çok sevdim. Ama en çok nesini sevdim biliyor musunuz; eminim yazar
hocanın elinde öyle hikayeler vardır ki kitap bir günde ülke gündemine oturur.
Ama bu yol seçilmemiş, okuru üzen bir anlatım yerine aydınlatan bir anlatım
seçilmiş. Ben en çok bunu sevdim. Saygılar.” Gazetelerin ve TV kanallarını
hemen hepsinde gün yok ki bizleri aklımızdan eden dehşet içerin olaylar
aktarılmasın. Oysa kitabımdaki yer verdiğim anıların hepsinin topluma mesaj
verir nitelikte olmasını yeğledim. Nasıl? Okur ensest başlıklı anlatıdan çok
rahatsız oldu. Ben orada 3 ayrı ensest yaşanmışlıkta çocuğun evde uğradığı
ensestten kaçış yolunu sadece öğretmenine ulaşmakta bulduğunu yazdım..
Öğretmenlere bir mesaj. Çocuğun yaşadıklarını farkedebilecek ilk tek insan desem
yanlış olmaz… Okur kitabımı adeta sahiplendi ve paylaşarak büyüttü.. bu beni
mutlu kılıyor.
Sizinle daha önceki yazışmamızda kitabın gördüğü
ilginin beklentilerinizi aştığını söylemiştiniz. Gerçekten de kesinlikle ilgi
görmeye değer bir eser yaratmışsınız. Kitap satışları nasıl gidiyor?
Bacak Arasından
Türkiye benim ilk kitabım. Martı yayınlarınca değerlendirildiğinde sözleşme
adına en ufak bir istekte bulunmadım. İki yıl süreyle hiç kalkmadan yazan bir
Acemi silahşörün Martı gibi bir yayınevinde kabul görmesi büyük şanstı. Başıma
devlet kuşu yerine Martı konmuştu. Dünya devlerinden biri olan Kafka’nın bile
kitapları ölümünden sonra basılabiliyorken, benim kitabım kapağı kapatıldıktan
4-5 ay sonra onur aldıysa insan başka ne ister. Basılacağı müjdesini aldığım
gün yaşamımın özel ve güzel üç beş gününden biri oldu. Henüz ne kadar sattığını
bilmiyorum. Ancak çok basacağına ve çok da satacağına tüm kalbimle inanıyorum.
“Kadın” ve “çocuk”lara çok duyarlı olduğunuzu görüyorum. Sizce Türkiye’deki
kadının en büyük sorunu nedir?

Toplumun bazı kesimleri için hala tabu olan “bekaret”
ve “ilk gece” ile ilgili yazdıklarınızı okuduğumda duyarsız ailelere, eşlere
kızarken; dürüst ve erdemli davranan kişilere saygı duyup onure ettiğinizi
görüyorum. Türkiye genel profili açısından değerlendirildiğinde ülkemizde bu
konulara genel bakış nasıl?
Bu konu “Kızlık zarı
bekaret mi, cehalet mi?” başlığıyla yer aldı kitapta. Maalesef cehalet. Ülkem
insanının fıkra gibi hallerini okuyacak şaşıracaksınız. .
Kürtaj konusuna kitabınıza değinmişsiniz elbette ama
son zamanlarda adından sıkça bahsettiren ve siyasette de dile getirilen “Kürtaj
düzenlemesi” hakkındaki düşünceleriniz okurlarımızla burada da paylaşabilir
misiniz?
Kürtaj anne adayı için
hem bedensel hem de ruhsal travmadır. Üstelik ikincisi bence daha da ağırdır.40
yıllık meslek yaşamımda, yaşamla bağdaşmayan sakatlığı bulunan vakalara
girişimde bulunurken dahi, anne adayı gibi ben de büyük üzüntü duydum. Bir
canlının yaşamına son vermek! Ruhunuzdaki çalkantıyı anlatmaya dil yetmez.
Kürtaj için güzelim annelerin sağlığını olumsuz etkilemek dışında haklı bir
neden düşünemem ben. Her gebeliğin annenin, 9 ay taşıyarak ve 2 yıl emzirerek
yaklaşık 2,5 yılına mal olduğunu, doğumun az da olsa risklerini, çok doğumun
anneyi hırpaladığını ve ömrünü azalttığını, düşününce başka çare kalmaz. Keşke
ülkemin dört bir köşesindeki kadınlarım gebelikten korunma adına yeterince
bilgilendirilse de kürtaja hiç gerek duyulmasa. Rahimi boşaltırken cri du uteri
dediğimiz bir sesi alamamışsanız o kürtaj olmamış demektir. Cri du uteri; yani
rahimin ağlama sesi. Düşünün o da meyvemi aldılar diye ağlıyor. Oje şişesi
kadardır rahim. Kolay anlayabilmeleri için küçüğünden bir armudun veya ampulün
üstüne basılmış halidir diye tarif ettim hastalarıma hep. Bazen içine 11 tane
sığdırabilecek kadar kalenderken bazen de bir bebeği bile barındırmayacak kadar
kaprisli ve naifdir. Aslında ameliyattan daha zordur. batına ameliyatlarında
katmanları her kanayan damara hükmederek aşarsınız.. Oysa kürtaj körlemesine
gerçekleşen bir müdahaledir. Müdahale bitene kadar hasta değil doktor can
verir. Kuşgözü kadar bir delikten rafadan bir yumurtayı boşaltmak deyişim işte
bu nedenledir. Duvar dediğime bakmayın. Hastalandığında, barındırdığı bebeği
kaybettiğinde daha çıtkırıldım olup hamura döner. O duvarları delmeden
okşayacaksın ve de pırıl pırıl bırakacaksın. Tıpkı aldığın gebeliği sonlandırma
kararının da pırıl pırıl olması gereği gibi… Çocuk sayısını kesinlikle anne
belirlemeli ve de kararı anne tek başına verebilmeli. Ne kadar doğurduğun
değil, ne kadar doyurduğun ve okuttuğun önemli. Kadın kendi bedenine ve
besleyeceğine güvenirse canından parçasını koparıp atmaz, atamaz. Hem
hekimlerin hem de annelerin sıklıkla değiştirilen kürtaj yasalarıyla başı
dönmüş vaziyette.

Ve gelelim benim için
sancılı bir konu olan “SEZARYAN/SEZERYAN konusuna. Tüm gebeliğim boyunca
ısrarla normal doğum istediğimi her fırsatta dile getirmeme rağmen biricik
kızım Sudelina’mı sezaryan ile dünyaya getirdim. Doktorum mekonyumlu olduğu
için acilen ameliyathaneye aldı 5 saat süren normal doğum bekleyişinin ardından
kızım dünyaya geldi. Sizin de normal doğum diye adlandırdığımız vajinal doğumu
önerdiğinizi ve önemsediğinizi biliyorum. Ülkemizde sezeryanın popüleritesinin
bu kadar fazla olmasının nedeni nedir? Anneler mi yoksa hekimler mi
yönlendiriyor süreci?
Her ikisi de. Kadınlarımın doğum
korkusu, ağrısız doğum isteği, daha konforlu doğum arzusu, daha az çocuk
istemesi, geç ve zor gebe kalmanın naz. Hekimlerse oluşabilecek
komplikasyonları azaltmak ve saatlerce doğum masasının başına çakılmamak için.
Anne karnındaki bebeğin sağ veya ölü olduğu dahi önemli değil sezaryen kararı
için. Saçlar fönlü, yüzde makyaj, eli cicili bicili bebek ürünleriyle dolu,
kolda marka çanta, tırnaklar manikürlü, ayaklar pedikürlü anne adayı ve
ellerinde kayıt cihazlarıyla ameliyathane önünde üst kurmuş yedi kuşak
akrabalarla “Ben sezaryene geldim!” diyerek hastaneye konuk olan, randevusu çok
önceden ayarlanmış konu mankeni gibi “arkadan bakire, önden hamile” hanımlar.
Doğum bu mu Allah aşkına? Tüm doğumların neredeyse yarısının sezaryenle
gerçekleştirilmesi oldukça üzücüdür. Annelerin sezaryeni tercih etmelerinin
belli başlı nedenleri var:
Peki siz hangi durumlarda sezeryanı uygun
görüyorsunuz?
-35 yaş üzeri ilk
bebek bekleyen anneler,
-Annenin kalça
kemiğinde bozukluk
-4 kilo üzeri olduğu
tespit edilen (makrozomik) bebekler,
-Makat ve ayak
gelişlerinde,
-Yan duruşlarda,
-Daha önceki
doğumların sezaryen ile gerçekleştirilmesi,
-Bebeği besleyen eş’in
önde gelmesi veya doğumdan önce ayrılması
-Çoğul gebelikler,
-Kordon sarkması,
-Annede geçirilmiş
virütik vaginal enfeksiyonlar,
-Doğum seyrine
katlanamayacak sistemik bir hastalığının olması,,
Son dönemde artan hekimlere uygulanan şiddet ve
itibarsızlaştırma uygulamalarına da değinmişsiniz. Bu konuda pek çok hekim
arkadaşımız konudan rahatsızlıklarını yüksek sesle dile getiriyor, Türkiye
kaybettiği hekimlerinin yasını sürüyor son günlerde. Bu konuda en büyük rol biz
annelerde ve daha saygılı bireyler yetiştirebilmekte elbette ama; Uzman bir
hekim olarak sizce “geçmişten günümüze önünde düğme iliklenen saygın bir meslek
diye bildiğimiz mesleğinizi bu günlere getiren nedir? Toplumun dejenerasyonu kadar sistemin de suçu var mı?
Yoksa bu insanlar
aklını mı kaçırdı? Toplum sistemle dejenere olur. 40 yıl gibi uzun bir süre
içinde yer aldığım sağlık sektörü son 20 yılda çekilmez bir hal aldı.
Kadrolaşmadan başka amacı olmayan, değişen her bakan ın ekibiyle dolan sağlık
sektörü, bu düzende işe adam almak yerine adamını işe almak ilkesi hakim olunca
sağlık neferlerinin kalitesi bu potanın içinde giderek bozuldu. Yoksulluk ve
eşitsizlik dejenerasyonun en önemli nedeni. Bizde %10-15 civarındaki ensesi
kalın insanlar dışında kalan fakir insanların ruh halleri sosyal yaşama ayak
uyduramadıkları için allak bullak. Kadın cinayetleri geçmiş yıllarda da elbette
vardı. Ancak gençlik yıllarımdan anımsadığım medyaya 3-5 yılda bir vahşet
içeren cinayet yansırdı. Şimdi öyle mi? Gün yok ki kadın öldürülmesin,
dövülmesin, taciz edilmesin. Cinayetlerin şekli değişti. Öldürüyor, parçalıyor,
olmadı yakıyor, yakamadı gömüyor üstüne beton döküyor. Bu nedir Allah aşkına.
Bu insanların hemen hemen hepsi eğitimsiz. Kaliteli bir yaşam istiyorsak
eğitimli bir sosyal toplumu yaratmalıyız. Yoksa bu delir hali alır başını
gider…
“Özel” Sağlık sektöründe ve “Tıp Merkezlerinde” deyim
yerinde ise başınıza gelmeyen kalmamış. Genellikle sizi sisteme dahil edemeyip,
ötekileştirmeyi uygun gören patronlarla çalışmışsınız. Türkiye’deki sağlık
alanındaki “Özel Sektör” için umudumu neredeyse yitirdim yazdıklarınızı
okuyunca. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Keşke birkaç cümleyle
özetlenebilse. Sadece benim başıma gelmedi, getirilmedi. Profesör, doçent,
komutan, eski başhekim filan dinlemediler. Herkes bir tarafa savruldu. Özel
sektörün hortlatıldığı süreçte 8 ayrı tıp merkezinde yaşadıklarımın sağlık
hizmeti olmaktan çok uzak olduğunu tüm içtenliğimle söyleyebilirim. Birçok özel
merkez kapısına neden kilit takıldı? Argo tabiriyle devleti götürdüler de
ondan. Önce yapılanlara göz yumuldu, hatta iktidara yakın insanlara peşkeş
çekilen bu üsler teşvik edildiler. Baktılar ki ipin ucu kaçtı, sansasyonlar
ayyuka çıktı, nihayet kapatıldılar. Bomboş, metruk birçok bina içinden
çıkılamayacak bir kıyamet davayla devletin başına dert oldu. Adliye
koridorlarını arşınlamayan doktor hemen hemen yok gibi. Vurun abalıya…
Sizce ülkemizde bir sağlık reformu gerçekleşti mi?
Neler iyiye gitti geçmişten günümüze, neler daha vahim bir hal aldı. İlk
hekimliğe başladığınız gün ile günümüzü kıyaslayacak olursanız Türk Sağlık
Sektörü iyisiyle kötüsüyle nereden nereye geldi?
Sağlıkta reform büyük
tıbbi cihazların ithal edilmesiyle, 5 yıldızlı otel hizmetiyle olmaz. Kimse beni
eğitmeni dahi olamayan son olarak 86 olduğunu öğrendiğim tıp fakültesinde iyi
hekim yetiştirildiğine inandıramaz. Bizim kuşak bu dünyadan göçtüğünde sağlığın
ne hal alacağını merak ediyorum. Yeni yaşadığım bir olayı anlatayım; Konferans
için gittiğim bir ilde yemek yerken nefes boruma bir parça kaçtı. Öksürmekten
sanki yüreğim yırtıldı. Ertesi gün derhal devlet hastanesine gittim.
Meslektaşım akciğer filmi diye tutturdu. Anlattım; refleks öksürüğüm bile
kayboldu, gerek yok hocam, belki bir spreyle kalan ufak sıkıntım kaybolabilir
dedim. Israr etti. Röntgendeyim. Filmim çekildi. 5 dakika sonra çağırıldım.
“Film banyodan iyi çıkmamış, tekrar çekeceğiz.” Ya sabır diyerek tekrar girdim.
Bu arada belirtmeliyim, dostlarım tarafından yanına torpilli çıkarıldığım
meslektaşım 40 yıllık hekim ve yazar olduğumu da biliyor. 2. film çekildi,
doktorun odasındayız. Zarftan çıkardığı filmle hopladım. Havaya kaldırıp onun
da bakakaldığı film sinüs filmi.. Odada hepimiz birbirimizin suratına
bakıyoruz. Sonra da 3. kez şua almak üzere röntgenin yolunu tuttum. Yanlış mı
istendi, yanlış mı çekildi sorgulayamadım.. Kıssadan hisse.
Toplumun ve kadının aydınlanmasına önem verdiğinizi
görüyorum. Bununla ilgili güzel girişimlerinizi de ilgi ile takip ediyorum.
Yaptırdığınız (hem de İzmir’de) kültür evlerinden ve burada neler yapıldığından
bahseder misiniz?
Minnet duygusu bazı
insanların yakasına yapışır. Ben de onlardan biriyim. Kahvaltı keyfi yaşamak
için gittiğim Kaynaklar köyünün o güzelim insanları, misafirperverlikleriyle
aklımı başımdan aldılar. Neler yapmadılar ki! Yediğim önümde, yemediğim yanımda
tepside. Bir gün gözleme, bazlama ertesi gün köy tarhanası, keşkek… Köy
halkına, minnetimin tam ifadesi olamasa da kalıcı bir şey yapma isteğimi
çağdaş, atak, kendini köyüne adamış muhtar Erhan Şen ile paylaşıyorum. Teklif
memnuniyetle karşılanıyor ve hafta sonu bu projeyi yaşama geçirmek üzere start
alacağımı söyleyerek köyden ayrılıyorum. Bir sonraki gün geldiğimde
şaşkınlıktan adeta masama yapışıyorum. Masamın üzerine bırakılan metal bir
plakada “Jin. Op. Dr. Feraye Sünev
Çokgürses Kültür Evi” yazıyor! Rüyamda görsem, cüret edip hayra
yoramayacağım bu jest karşısında gözlerim adeta yuvalarından çıkıyor! Gencecik
bir muhtarın, böylesi zarif davranışı beni adıma yakışır bir kültür evi
hazırlayıp köy halkıma sunmaya yöneltiyor. Kitabımı unutuyorum. Kira
köşelerinde gezinirken elim para görmeye başlayınca evlerim olmuş, hevesle
döşemeye çalışmışım, iki mimar oğlumun mesleki katkılarından sonra daha şık
mekânlar edinmişim. Fakat burada yapmak istediklerimin boyutu ve duyduğum
heyecan üç kişilik ailemle yaptıklarımdan öyle farklı ki! Yuvadan uçan
oğullarımdan sonra, şimdi birçok çocuğum olacak ve ben onların manevi anneleri
olacağım. Bu hevesle yola koyuluyorum. Türkiye de ilk kez bir köye ilk defa bir
doktor. “Kültür Evi “ armağan ediyor. televizyonundan, bilgisayarlarında tutun
da, perdesinden paspasına kadar en ufak ayrıntıya kadar bizzat meşgul oluyorum.
Bazı gün İzmir merkeze 3 kez gidip döndüğüm oldu. Açılışta kimsenin haddi
değilken “Yaşayan Türkan Saylan” sloganıyla taçlandırılınca da, şımardım ve
Belenbaşı köyüne de ikinci kültür evimi yaptım. Şimdi o evlerde köyümün
çocukları bilgisayardan bağlamaya, ingilizceden gitara kadar birçok kursa
katılıyorlar. Bu haz anlatılabilir gibi değil..
Siz çok yönlü, girdiği her alanda başarıyı yakalayan
“güçlü” bir modelsiniz Türk kadını için ve müzik ile de aranızın iyi olduğunu
biliyorum. Hangi tür müzikle ilgileniyorsunuz? Bunun için özel bir eğitim
aldınız mı?
Pablo Neruda “Ağır
Ölüm” şiirinde Ağır ağır ölür yolculuğa çıkmayanlar, okumayanlar, müzik
dinlemeyenler, gönlünde incelik barındırmayanlar.. der. Musiki enrensel olan
tek dil bence. Benim de onunla ilgim mesleğimden daha köklüdür. Çünkü o sevda
avuç kadar çocukken başladı. Mesleği noktaladım,ancak ondan kopamadım. Klasik
Türk Musikimizi tarihçesi de dahil bilirim. Müzeyyen Senar isim annemdir. Onun
ipek gibi sesinden dinlediğim şarkılarla büyülenerek büyüdüm. Meral Uğurlu,
Bekir Sıtkı Sezgin ve Alaeddin Yavaşça ekolünü benimsediğimi söylemeliyim. Ali
Şenozan ilk hocamdır. Ali Osman Güngör, Sadi Hoşses, Hasan Eylen hocalarımın
emeği vardır bende. Bu değerli isimlerle atılan temelin üzerine yığdığım
musikimiz Özgen Gürbüz hocamın eseridir. Sektöre de emeği çok büyüktür. 11 yıla
yakındır şan eğitimi aldığım bir Rus hocam var. İlki TRT Denetim Kurulun dan
onay almış şarkılarımın bulunduğu ve ikincisi de klasik şarkılardan seçilmiş
iki CD yaptım. Çocuklarıma ve torunuma miras.. You tube da ve web sayfamda da
bazı şarkılarım var.
İkinci kitabınıza hazırlandığınızı biliyorum ve
heyecanla bekliyorum. Büyük oranda tamamladığınız 2. Eserinizde ele aldığınız
konular neler? Yine “Kadın” kavramına mı yoğunlaşıyorsunuz? Merakla bekleyen
okuyucularınız için bize biraz “sürpriz” kitabınızdan bahsedebilir misiniz?
Hamurum kadın, mayayı
tutturan benim. Tabii ki kadın anlatacağım, ancak bu sefer musikimizi de
serpiştireceğim. Arabeske teslim edilen o zengin musikimizi üstatlara değgin
anekdotlarla süsleyerek okurun beğenisine sunacağım. Kadınlarıma kısırlıktan
pedofiliye, Down Sendromundan, yılanla çıyanla başa çıkan tarla çalışanı
kadınıma, menopazdan ölüme bütün kadın gerçeğini ve herkese “yok artık”
dedirtecek 4 de tıp merkezi anlatacağım.
Yakın zamanlarda nerelerde imza günleriniz olacak.
İzmir’de görebilecek miyiz sizi?
18-26 Nisan
tarihlerinde yapılan İzmir Kitap Fuarında okurlarımla buluştum. 19 Nisan imza
günümdü. İzdiham yaşanmadı elbette ama, zaman zaman kuyrukların oluşmasıyla
mutlu oldum. Yaşadığım heyecanı anlatmamı istemeyin benden. Özetle 3. Kez anne
oldum diyebilirim. Dilerim seneye 2. Kitabımla katılabileyim..
Son zamanlardaki en sadık mesleğim “Anneliğim” benim.
Zira kitabınızda KIZLIK ZARINDAN ensest’e, tacizden tecavüze pek çok korkunç
vakayı okuduk ve elbette başta kendi çocuklarımız ve tüm gelecek kuşaklar için
endişelenir olduk. Biz annelere özellikle vurgulayacağınız ve çocuk
yetiştirirken CİNSELLİK KONUSUNDA dikkat etmemizi önerdiğiniz konular neler?
İnsanoğlunun tüm
yaşamında en önemli niteliği olan cinsellik eğitiminde ölçüyü hiç tutturamıyoruz.
Kültürlü kesim de dahil çocuklarımızı önümüze alıp onlarla konuşmuyoruz. Birçok
bilgiyi aşılarken yaşamın tek gerçeği olan cinsellik tu kaka. Amip ve terliksi
hayvanlardaki üremeyi öğrenir, pamuğun içinde fasulyenin nasıl yetiştirildiğini
öğrenir de, rahimin içinde bebek nasıl filizlenir bunu çocuğumuza anlatmayız.

Kız çocuklarının yediği ilk sıkıdır. “Donuna hakim ol!” Evlilikte
karşılaştığımız problemlerden biridir vajinismus. Allahtan ki az karşılaşırız.
Bu saçma sapan cinsel çekincenin büyük nedeni de, kızlarımızın aşırı baskı ile
yetiştirilmeleridir. 90 lı yıllardan bu yana aşırı dini baskıyla, günah
korkusuyla yetiştirilen genç kızlarda gece işemelerinin arttığını rahatlıkla ve
ısrarla söyleyebilirim. Bakın çocuklarımızın demiyorum, genç kızlarımızın…
EĞİTİM. Tek başına yeter mi? Hayır. İLGİ. Bu da eğitim kadar önemli. Kesinlikle
unutulmaması gereken, gerektiği kadar ilgi. GÜVEN de aşılayacaksınız çocuğa.
Kime, ne zaman ve ne kadar güveneceğini bilecek.
Samimi, içten ve dolu
dolu bir bir hekim, bir kadın, bir müzisyen, bir anne, bir abla tanıdım ben.
Bana bu fırsatı verdiğiniz için öncelikle şahsım adına ve sonra da bu röportajı
merakla okuyan okuyucularım adına teşekkürü bir borç bilirim. Dr FERAYE SÜNEV
ÇOKGÜRSES ile tanışmanın ve röportaj yapmanın benim için büyük bir onur
olduğunu vurgulamak isterim.
En derin saygılarımla
PınarSEVİM