İnsanlar sevdikleri
şeyi yok etmeye, daha sonra da yok ettikleri şeyi yeniden sevmeye ve değer
vermeye meraklıdırlar...
~ Neale Donald Walsch ~
Bazı kitapları isteseniz de okuyamaz zamanının gelmesini beklersiniz, kitap seçer okunacağı zamanı... Salt okumuş olmak için okuyacağım diye ısrar ederseniz de elinizde uzar uzar yük olur hem zihninize hem de gözlerinize. Zamanı gelinceye dek demlenerek bekleyecektir sessiz sedasız bıraktığınız yerde ve bir gün günü geldiğinde usulca dokunacaktır hem elinize hem de yüreğinize.
İşte o kitaplardan biri benim için “Doğmamış
Çocuğa Mektup”, yıllar yıllar önce okumak için edindiğim ancak bir türlü muvaffak
olamayıp demlenmeye gönderdiğim.
İlk olarak 90’ların sonunda okumak
için elime aldığımda yanılmıyorsam aklı uçarı bir lise öğrencisiydim. Israr
etmiştim okumak için ama bir süre sonra ne anlatılan konu ne de anlatılış
biçimini sevmiş bırakıvermiştim bir kenara usulca. Bu günlerde yeniden
niyetlenip elime aldığımda ben bu kitabı nasıl olur da daha önce okumamış
olabilirim diye hayıflandım kendimce. Nasıl da güzel anlatıyordu annelik
kaosunu, nasıl da güzel dile getiriyordu varsıl ve duyarsızların dünyasında, yoksul
ya da duyarlıların verdiği can alıcı zehirli mücadelesini. Hele erkek egemen
yaşlı dünyamızdaki kadınların var olmak, ayakta durmak, özgürlük kavramlarına
yükledikleri ya da yükleyemedikleri anlamları…
Gelelim kitabın konusuna;
Kitap bekar bir kadının henüz gebelik
testi dahi yapmadan hissettiği gebelik sürecinde doğmamış çocuğuna yazdığı
mektuplardan oluşuyor. Çocuğuna yazdığı mektuplarla aslında kendi dünyasını
yargılıyor kendini kanatırcasına. Kadınlığını, toplumun bekar bir kadının
hamileliğine bakışını, özgürlüğü, varsıllığı yoksulluğu, bir çocuk dünyaya
getirmenin gerekliliğini, tanrıyı, dini … sorguluyor yazdıklarıyla.
Evet mektuplar doğmamış bir çocuğa
yazılıyor ve aslında gebelik ve fetüs fizyolojisi/anatomisi ile ilgili de
serpiştirdiği bilgilerle “Annelik & Kadınlık” kavramları üzerine
düşündürüyor. Anne olacağını öğrenen, içinde bir canlı geliştirdiğini kavrayan
bir kadının gel-gitleri iç hesaplaşmaları bir anlamda. Çaresizliği, çare oluşu,
çevresindeki tüm yönlendirmelere rağmen aldırmayıp devam ettirme kararını verme
gücünü kendinde bulması ancak kendi özgürlüğünü kısıtladığına dair doğmamış
çocuğuna söylevde bulunmasını da kapsıyor mektuplar.
Kendi çocukluğu ve geçmişini de
temize çekiyor aslında yazar yazdığı mektuplarla. Araya serpiştirdiği kendi
öykülerinden de yazarın psikolojisine dair çıkarımlarda bulunabiliyoruz.
Kariyer sahibi, bekar ve güçlü bir
kadının dünyaya kafa tutuşu; yaşama tutunurken “Anne” olacağını öğrenip allak
bullak oluşu var bu kitapta. Bir yandan gün sayarken evladına kavuşmak için
diğer taraftan çocuğuna kin kusuşu…
Kitapta altını çizdiklerimden
bazıları:
Cesur ol çocuk. Bir ağaç
tohumunun toprağı yarıp yeşermeye başlaması için cesur olması gerekmez mi
sanıyorsun? Kırılması için ufacık bir rüzgâr, ezilmesi için bir sıçan pençesi
yeterli. Gene de yeşeriyor, inatla ayakta duruyor ve yeni yeni tohumlar
serperek büyüyor. Derken bir orman oluveriyor. Günün birinde haykırırsan bana,
“Neden beni dünyaya getirdin, neden?” diye, yanı- tım hazır: “Benden önce
milyonlar ve milyonlarca yıl boyunca ağaçların yaptığı, hâlâ da yapmakta
olduklarını yaptım, doğru bir iş yapıyorum sandım.”
İnsanların ağaç olmadığını,
insanın, bilinçli olduğu için, bir ağacın çektiği acının bin katını çektiğini;
orman olmanın hiçbirimize gerçekten yaramadığını, her tohumun yeni bir ağaca
dönüşmediğini, çoğunluğun yitip gittiğini anımsayıp düşüncemi
değiştirmemeliyim. Böylesi bir yüzgeri yapmam olasıdır, çocuk: İnsan mantığı
çelişkilerle dolu.
“Kadın olmanı isterdim. Günün
birinde benim başıma gelenin senin de başına gelmesini isterdim. Kadın doğmanın
büyük bir bahtsızlık olduğunu düşünen annemle aynı görüşte değilim. Annem, çok
mutsuz olduğu anlarda içini 17 çeker, “Ah, keşke erkek olsaydım,” der.
Biliyorum, erkekler tarafından, erkekler için düzenlenmiş bir dünya bizimkisi.
Diktatörlükleri öylesine eski ki, dilleri bile etkisi altı- na almış. Kadın ve
erkek demek için erkek, kız çocuk ve erkek çocuk demek için, erkek çocuk, kız
ve erkek evlat diyebilmek için erkek evlat deniyor ve öldürülen kadın da olsa,
erkek de, cinayet sözcüğü eril halde kullanılıyor. Erkeklerin yaşamı açıklamak
için uydurdukları efsanelerde ilk yaratık bir kadın değil: Âdem adında bir
erkek. Havva sonradan geliyor, ona zevk vermek ve başına işler açmak için.
Kiliseleri süsleyen resimlerde Tanrı ak sakallı, yaşlı bir adam olarak
gösteriliyor, hiçbir zaman ak saçlı bir kadın olarak değil. Tüm yiğitler erkek:
Ateşi bulan Prometheus’tan uçmaya kalkan İkaros’a, Tanrı’nın ve Kutsal Ruh’un
oğlu olarak nitelenen İsa’ya değin: Sanki onu doğuran kadın bir kuluçka
makinesi ya da bir sütnineymiş gibi. Ama işte, belki de salt bu nedenlerle,
kadın olmak çok harika bir şey. Nasıl da cesaret isteyen bir serü- ven! Hiçbir
zaman sıkıcı olmayan bir meydan okuma! Kadın doğarsan yapacak o kadar çok şeyin
olacak ki. Bir kere, Tanrı varsa eğer ak saçlı bir yaşlı kadın ya da güzel bir
genç kız olabileceği düşüncesini savunmaya çalışacaksın sürekli. Sonra, Havva
ağaçtan elmayı kopardığı gün cennete giren şeyin günah değil de, o eşsiz erdem,
itaatsizlik oldu- ğunu anlatmaya çalışacaksın herkese. Son olarak, o yumu- şak,
biçimli gövdenin içinde bir yerde sesini duyurmaya uğraşan bir zekân olduğunu
göstermeye çalışacaksın. Ana olmak bir meslek değildir. Bir görev bile
değildir. Yalnızca sahip olduğun birçok haktan biridir. Bunu söyleyebilmek,
anlatabilmek için ne çok çaba harcayacaksın. Ve çoğu kez, hemen hemen her
zaman, yenilgiye uğrayacaksın. Ama cesaretini yitirmemelisin. Savaşmak kazanmaktan
çok daha iyi, yolculuk yapmak varmaktan çok daha güzel: Bir kez kazandın mı ya
da gideceğin yere vardın mı, engin bir 18 boşluktan başka bir şey duymazsın.
Evet, evet, umarım kadın olursun. Sana oğlum dememe aldırma. Ve umarım annemin
dediğini hiç demezsin. Ben hiç demedim.”
“Ama... Erkek doğarsan da aynı
ölçüde sevinirim. Hatta belki daha da çok, çünkü o zaman bir sürü aşa-
ğılamadan, ezilmekten, kullanılmaktan kurtulmuş olursun. Sözgelimi erkek
doğarsan, karanlık bir sokakta ırzına geçilmesinden çekinmen gerekmeyecek. İlk
bakışta kendini kabul ettirmek için güzel bir yüze, zekânı saklamak için
biçimli bir gövdeye gereksinme duymayacaksın. Sevdiğin biriyle yattığın için
hiç kimse ayıplamayacak seni; ağaçtan elmayı kopardığın gün cennete günahın girdiğini
söylemeyecekler. Çok daha az yorulacaksın. Üstelik daha da rahat savaşacaksın,
Tanrı varsa eğer ak saçlı bir yaşlı kadın ya da genç bir kız olabilir savını
ortaya attığın zaman. Kınanmadan itaatsizlik edebileceksin. Gecenin birinde
kuyuya düşüyormuşsun gibi bir duyguyla uyanmadan sevecek, sevişebileceksin.
Hakarete uğramadan kendini savunabileceksin. Gene de, köleliğin, haksızlığın
başka türleriyle karşılaşacaksın: Yaşam bir erkek için bile kolay değil.
Kasların daha güç- lü olacak, onun için daha ağır yükler taşımanı isteyecekler,
zorla sorumluluklar yükleyecekler omuzlarına. Sakalın olduğu için ağlarsan sana
gülecekler ve şefkate gereksinmen olsa bile bu böyle olacak. Önünde bir
kuyruğun olacağı için, savaşta ölmeni ya da öldürmeni buyuracaklar; ve ta
mağara çağından kalma baskı ve kı- yıcılığı sürdürmek için suç ortaklığı
yapmanı isteyecek- 19 ler. Ama gene de ya da salt bu yüzden, erkek doğmak en az
öteki kadar harika bir serüven, seni hiçbir zaman düş kırıklığına uğratmayacak
bir görev. Erkek doğarsan, umarım hep düşlerimde kurduğum gibi bir erkek
olursun: Zayıflara karşı yumuşak, küstahlara karşı sert, seni sevenlere karşı
cömert, seni kullanmak isteyenlere karşı acımasız... Bir de, İsa’ların, onları
doğuran kadının değil de, Tanrı’nın, Kutsal Ruh’un oğulları olduğunu söyleyen
herkesin düşmanı olasın. Sana demek istediğim şu, çocuk: Erkek olmak demek
önden kuyruğun olması demek değil, bir insan olmak. Benim için her şeyden
önemlisi senin bir insan olman. İnsan, harika bir sözcük; çünkü, kadın-erkek
ayrımı yapmıyor, kuyruğu olanlarla olmayanlar arasına bir sınır çizmiyor.
Ayrıca, kuyruğu olanlarla olmayanları ayıran sı- nır bir kıl payından kalın
değil. Uygulamada, gövdenin içinde bir başka varlık büyütüp büyütememe
yeteneğine dayanıyor eninde sonunda. Yüreğin, beynin cinsiyeti yok.
Davranışların da yok. Hiç unutma bunu. Ve sen, yüreği ve beyni olan bir kişi
olarak yetişirsen, şu ya da bu biçimde –erkek ya da dişi olarak– davranman
konusunda ısrar edecekler arasında ben olmayacağım. Ben yalnızca, doğ- muş
olmak mucizesinden sonuna dek yararlanmanı, hiç- bir zaman korkaklığa boyun
eğmemeni isteyeceğim senden. Her an pusuda bekleyen bir hayvandır korkaklık.
Hepimize, her gün saldırır; kendisini paramparça etmesine izin vermeyen
insanların sayısı ise çok azdır. Temkinlilik adına, uygunluk adına, kimi zaman
bilgelik adına par- çalanırlar. Bir tehlikenin tehdidi altında korkak olan
insanlar, tehlike ortadan kalkınca atak olur birden. Sen hiçbir zaman
tehlikeden kaçmamalısın, korku seni geri çekerken bile. Dünyaya gelmek başlı
başına bir tehlike zaten. İleride doğmuş olmaktan dolayı yerinme tehlikesi”
Pınar Yeşiltay SEVİM
22.11.16
İzmir

Hiç yorum yok
Yorum Gönder